HIHAYELER (sizde paylasin )
4 posters
2 sayfadaki 2 sayfası
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Her Sabah Gibi Bu Sabah Da Senden Vazgeçtim…
Her sabah yeni bir hayata uyanmak için kendime söz veriyorum…
seni yaşamayı bırakıp hayatı yaşamayı, hüznümün yerini mutluluk alsın diye uğraşıyorum…
Ama her günün gecesinde yine seninle birlikte uyuyorum aklımda hayalin dilimde ismin ve gecenin karanlığında kaybolan göz yaşlarım … sabah kalktığımda içimde bir umut oluyor varlığını hissettiğim ve kaybetmek istemediğim.. ama kendimle ne kadar çelişsem de yine günün geri kalan kısmında aklımdan sen kalbimden acın silinmek bilmiyor… herkez seni unuttuğumu yeni hayata başladığımı düşünüyor ama bilmiyorlar ki ben hala aynı yerdeyim… yine gece oldu bu gecede sen yoksun bu gecede çalmadı telefonum bu gecede aramadın beni.. belki ararsın diye telefonumu hiç kapatmıyorum.. ararsın da ulaşamazsın diye.. Ama dedim ya Bugünde yoksun belki yarın diye koyuyorum yatağımın baş ucuna… elimde resmin var şimdi son kalan, başka fotografların arasına karışmış buldum geçen gün, bütün gün gözümün önündeydi yine elimde. o resme bakarken içimin acısını tahmin bile edemezdin her şey geldi aklıma seninle yaşadığım her şey, hayalini kurduğum her şey, düşündüm bütün gece son kahkahan hala aklımda sana zorla izlettiğim filimden sonra sınav yaptığım an geliyor aklıma ne güzeldi filmi baştan sona birde senden dinlemiştim… geçen gün o film yine tv deydi ve ben yine izledim yalnız bu sefer anlatmadın bana..
Senin benim aklıma geldiğin kadar bende senin aklına geliyormuyum seninde beni düşündüğün anlar oluyormu, benim yüreğimde yanan ateş sendede yanıyormu… kimi zaman senin kalbinde başkasının olduğunu bilmek beni çılgına çeviriyor nefesim kesiliyor kalbimin sancıdığını hissediyorum… biliyormusun sen gittiğinden beri sabahları neşeyle uyanmadım hep “bu enerjiyi nerden buluyorsun sabahları” derdin bende yaşamı seviyorum sen olduğun için derdim şimdi ise kalbimde ağrıyla uyanıyorum… şimdi eskisi kadar içten gülmüyorum.. konuşmayı sevmiyorum.. sen hep bana “bu kadar anlatacak şeyi nerden buluyorsun” derdin şimdi sadece dinliyorum..sağlığımda pek yerinde değil artık ellerimde titreme başladı senin başkasını sevdiğini söylediğin günden beri... gitmeni istemedim.. sana kalda diyemedim beni gönderen sendin yaşadığımız bu güzel aşkı toprağa gömende… İçimden seni atamadım bir türlü..bir gün karşıma çıkarsan ne yaparım diye düşünüyorum bırakıp gidermiyim boynuna sarılıp ağlarmıyım…ama sanırım bırakamam. Sen bırakıp gittin ama ben gidemem… bak bu gecede seni düşündüm… nerdeyse sabah olmak üzere bu sabahta senden vaz geçiyorum...biliyorum ki bugünde senden vazgeçicem, yarında, ertesi günde, diğer günde..
Ve yine sabaha sensiz başlayıp geceyi yine seninle bitireceğim ….
Her sabah yeni bir hayata uyanmak için kendime söz veriyorum…
seni yaşamayı bırakıp hayatı yaşamayı, hüznümün yerini mutluluk alsın diye uğraşıyorum…
Ama her günün gecesinde yine seninle birlikte uyuyorum aklımda hayalin dilimde ismin ve gecenin karanlığında kaybolan göz yaşlarım … sabah kalktığımda içimde bir umut oluyor varlığını hissettiğim ve kaybetmek istemediğim.. ama kendimle ne kadar çelişsem de yine günün geri kalan kısmında aklımdan sen kalbimden acın silinmek bilmiyor… herkez seni unuttuğumu yeni hayata başladığımı düşünüyor ama bilmiyorlar ki ben hala aynı yerdeyim… yine gece oldu bu gecede sen yoksun bu gecede çalmadı telefonum bu gecede aramadın beni.. belki ararsın diye telefonumu hiç kapatmıyorum.. ararsın da ulaşamazsın diye.. Ama dedim ya Bugünde yoksun belki yarın diye koyuyorum yatağımın baş ucuna… elimde resmin var şimdi son kalan, başka fotografların arasına karışmış buldum geçen gün, bütün gün gözümün önündeydi yine elimde. o resme bakarken içimin acısını tahmin bile edemezdin her şey geldi aklıma seninle yaşadığım her şey, hayalini kurduğum her şey, düşündüm bütün gece son kahkahan hala aklımda sana zorla izlettiğim filimden sonra sınav yaptığım an geliyor aklıma ne güzeldi filmi baştan sona birde senden dinlemiştim… geçen gün o film yine tv deydi ve ben yine izledim yalnız bu sefer anlatmadın bana..
Senin benim aklıma geldiğin kadar bende senin aklına geliyormuyum seninde beni düşündüğün anlar oluyormu, benim yüreğimde yanan ateş sendede yanıyormu… kimi zaman senin kalbinde başkasının olduğunu bilmek beni çılgına çeviriyor nefesim kesiliyor kalbimin sancıdığını hissediyorum… biliyormusun sen gittiğinden beri sabahları neşeyle uyanmadım hep “bu enerjiyi nerden buluyorsun sabahları” derdin bende yaşamı seviyorum sen olduğun için derdim şimdi ise kalbimde ağrıyla uyanıyorum… şimdi eskisi kadar içten gülmüyorum.. konuşmayı sevmiyorum.. sen hep bana “bu kadar anlatacak şeyi nerden buluyorsun” derdin şimdi sadece dinliyorum..sağlığımda pek yerinde değil artık ellerimde titreme başladı senin başkasını sevdiğini söylediğin günden beri... gitmeni istemedim.. sana kalda diyemedim beni gönderen sendin yaşadığımız bu güzel aşkı toprağa gömende… İçimden seni atamadım bir türlü..bir gün karşıma çıkarsan ne yaparım diye düşünüyorum bırakıp gidermiyim boynuna sarılıp ağlarmıyım…ama sanırım bırakamam. Sen bırakıp gittin ama ben gidemem… bak bu gecede seni düşündüm… nerdeyse sabah olmak üzere bu sabahta senden vaz geçiyorum...biliyorum ki bugünde senden vazgeçicem, yarında, ertesi günde, diğer günde..
Ve yine sabaha sensiz başlayıp geceyi yine seninle bitireceğim ….
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Birdaha Sevebilirmiyim ?
Bazen yaşamın kıyısında olduğum hayattan sıkıldığım anlarda getiriyorum seni aklıma ve anlıyorum ki sen baha hayat veren nefesmişsin….
Nefes alamadığım anlarda anlıyorum yokluğunu ve bir kere daha acıyor kalbimdeki yara ve ben bu acıya dayanamıyorum…
Nedensizdi aslında gidişin bir neden bulamıyordum beni sevdiğini söyleyen bensiz yaşayamayacağını söyleyen insanın nasıl birden bire gittiğini anlayamıyordum. Her şey şaka gibi 1 Nisanda başladı... ilk aşkı ilk dokunuşu hissetmiştim seninle ilk sevginin ne olduğunu anlamışım ve kendi sözlüğüme sevginin mutluluk olduğunu yazdım… her şey çok güzeldi seni göreceğim tatili iple çeker olmuştum sen ülkenin bir ucunda ben diğer ucundaydım… sensiz günler geçmez olmuştu ama telefonda dahi olsa sesini duymak özlemini biraz da olsa hafifletiyordu… seninleyken hayatı seviyordum, yaşamı seviyordum her şeyi seviyordum.. sen bana aşkım diyordun ben sana daha çok aşık oluyordum seni her geçen gün daha çok seviyordum.. hayaller kurmaya başladık kızımız Nisan, oğlumuz Deniz olacaktı.. çok mutlu olacaktık… her şey çok güzel gidiyordu her geçen gün daha çok sevdim seni…
Ve o gün benim hayatımdan çıkarmak istediğim gün 7 mayıs günüydü... ne olduğunu anlayamadım bile birden bitti birden bire gittin hayatımdan… bir boşluğa düştüm, ben çıkmaya çalıştıkca, o boşlukta yok oluyordum bir yardım eli bekledim ama uzatan olamadı..
tam 4 ay sonra 7 eylülde...
seninle sonkez konuştum ve sen hayatında başka birinin olduğunu çok sevdiğini ve mutlu olduğunu söyledin… o an sadece susmak bir daha konuşmamak istedim… ve sana ait olan her şeyi yaktım onlar yanarken içimdeki adını koyamadığım ne olduğunu anlayamadığım şeyde yanıyordu sevgimi nefretmi anlayamamıştım…. Adını koyamadığım bir duyguydu bu ve her geçen gün içimde bir kat daha büyüyordu…bazı geceler hala benimle olduğunu düşünüyorum ve sıcaklığını içimde hissediyorum tam senin hayatımda olduğunu düşünecek olduğum anda kendime geliyorum ve senin olmadığı anlıyorum…..
Ve sen yoksun artık….
Hayatıma sensiz devam ediyorum ve bazen yağmurda bazen slow bir müzikte bazende gecenin sabaha en yakın en karanlık olduğu zamanlarda geliyorsun aklıma… şimdi bana bakan gözlerin başkasına bakıyor, beni sevdiğini söyleyen dillerin başkasına aşk sözcükleri fısıldıyor, beni tutan ellerin onun ellerini tutyor şimdi…. Olsun bitanem sen öyle mutlusun sen hayattasın ya bana buda yeter unutma seni her zaman bir yerlerde canından bile daha çok seven biri var…. Şimdi elveda sevdiceğim… elveda…
ilk ve son aşkıma seni seviyorum…
Bazen yaşamın kıyısında olduğum hayattan sıkıldığım anlarda getiriyorum seni aklıma ve anlıyorum ki sen baha hayat veren nefesmişsin….
Nefes alamadığım anlarda anlıyorum yokluğunu ve bir kere daha acıyor kalbimdeki yara ve ben bu acıya dayanamıyorum…
Nedensizdi aslında gidişin bir neden bulamıyordum beni sevdiğini söyleyen bensiz yaşayamayacağını söyleyen insanın nasıl birden bire gittiğini anlayamıyordum. Her şey şaka gibi 1 Nisanda başladı... ilk aşkı ilk dokunuşu hissetmiştim seninle ilk sevginin ne olduğunu anlamışım ve kendi sözlüğüme sevginin mutluluk olduğunu yazdım… her şey çok güzeldi seni göreceğim tatili iple çeker olmuştum sen ülkenin bir ucunda ben diğer ucundaydım… sensiz günler geçmez olmuştu ama telefonda dahi olsa sesini duymak özlemini biraz da olsa hafifletiyordu… seninleyken hayatı seviyordum, yaşamı seviyordum her şeyi seviyordum.. sen bana aşkım diyordun ben sana daha çok aşık oluyordum seni her geçen gün daha çok seviyordum.. hayaller kurmaya başladık kızımız Nisan, oğlumuz Deniz olacaktı.. çok mutlu olacaktık… her şey çok güzel gidiyordu her geçen gün daha çok sevdim seni…
Ve o gün benim hayatımdan çıkarmak istediğim gün 7 mayıs günüydü... ne olduğunu anlayamadım bile birden bitti birden bire gittin hayatımdan… bir boşluğa düştüm, ben çıkmaya çalıştıkca, o boşlukta yok oluyordum bir yardım eli bekledim ama uzatan olamadı..
tam 4 ay sonra 7 eylülde...
seninle sonkez konuştum ve sen hayatında başka birinin olduğunu çok sevdiğini ve mutlu olduğunu söyledin… o an sadece susmak bir daha konuşmamak istedim… ve sana ait olan her şeyi yaktım onlar yanarken içimdeki adını koyamadığım ne olduğunu anlayamadığım şeyde yanıyordu sevgimi nefretmi anlayamamıştım…. Adını koyamadığım bir duyguydu bu ve her geçen gün içimde bir kat daha büyüyordu…bazı geceler hala benimle olduğunu düşünüyorum ve sıcaklığını içimde hissediyorum tam senin hayatımda olduğunu düşünecek olduğum anda kendime geliyorum ve senin olmadığı anlıyorum…..
Ve sen yoksun artık….
Hayatıma sensiz devam ediyorum ve bazen yağmurda bazen slow bir müzikte bazende gecenin sabaha en yakın en karanlık olduğu zamanlarda geliyorsun aklıma… şimdi bana bakan gözlerin başkasına bakıyor, beni sevdiğini söyleyen dillerin başkasına aşk sözcükleri fısıldıyor, beni tutan ellerin onun ellerini tutyor şimdi…. Olsun bitanem sen öyle mutlusun sen hayattasın ya bana buda yeter unutma seni her zaman bir yerlerde canından bile daha çok seven biri var…. Şimdi elveda sevdiceğim… elveda…
ilk ve son aşkıma seni seviyorum…
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Gerçek Efsane
Rivayete göre çok güzelmiş. Bu zamana kadar görülmüş en bakımlı ve en alımlı kadınmış belki de. Sapsarı saçları, narin omuzlarından incecik beline kadar süzülürmüş. Bir su damlası gibi anlatırlardı. Bazılarına göre bir melek.
Ama ne adını bilen vardı, nede nerede olduğunu. önceleri bunun bir efsaneden ibaret olduğunu düşünürdüm. Böyle bir güzelliğin bu dünyada ne işi var derdim kendime.
Yine aynı yerdeydim. Bir tatil gibi görürdüm bunu. O zanlar belki de savaş olmayan tek yer orasıydı. Köyün yaşlılarıyla vakit geçirir, onlarla balığa çıkardım. Ve her gün aynı saatlerde köyün delisi diye bilinen o adama yemek götürürdüm. Herkesin deli dediği bir insanla ne konuşulur der, kapısının yanına yemekleri bırakıp uzaklaşırdım her defasında.
Ama bir gün... Biri, yaşlı adamın bana o güzel kıza neler olduğunu anlatabileceğini söyledi. Özenle seçtim o gün yemekleri... Özenle giyindim. Çünkü bu zamana kadar kapıyı aralayıp yemeği bırakmak için kullandığım ellerimi görmüştü sadece.
Köyden çok uzakta oturuyordu. Onun da diğerleri gibi saçmalayacağını düşünerek gitmiştim evine. Kapıyı araladım ve içeri girdim. Gün ortasında olmamıza rağmen kapkaranlıktı içerisi. İs kokuyordu etraf. Küçük bir kulubeydi, elbet çürüyecekti bir gün tahtalar.
Ona baktım sonra. Koltuğunda oturmuş karşısındaki kapalı cama bakıyordu.
Yemek getirdiğimi söyledim.
"Neden her zamanki gibi kapının yanına bırakmadın?"
"Bu köyde sadece sizin bildiğiniz bir efsane var efendim. Gerçeği öğrenmek istiyorum sadece."
Başını çevirdi. Kırışmış yüzünün gülümsediğini görebiliyordum.
"Yanıma gel." dedi.
Yemeği masanın üzerine koyup yanına yaklaştım. Elini kaldırdı ve beni tutup karşısına oturttu. İlk defa yüzünü görüyordum. Birden düşündüm, bir delinin deli olduğu yüzünden okunur mu? diye... Öyle bir hali yoktu. Aksine köyün aksi ihtiyarlarından daha sevimliydi.
"Bir çok şey gördüm bu köyde. Hangi gerçektir merak ettiğin?"
"Çok güzel bir kız varmış burada. Herkesi kendine hayran bırakan."
İfadesi değişti. Biliyordu ne olduğunu. Derin bir suskunluktan sonra gözlerinden akan yaşları gördüm.
"Evet... Beline kadar uzanan sapsarı saçları var dediler değil mi?"
Başımı salladım.
"Ne oldu o kıza? Nerede şimdi?"
"Çok yakınlarda... Belki de çok uzaklarda... Kim bilir?"
"Anlat bana..."
Bir nefes çekti içine, acılı bir iç çekme ile biten.
"Öldürdüler onu..."
Şaşırmıştım. Büyük bir merakla anlatmasını bekliyordum.
"Ne oldu?"dedim.
"Yıllar önce burada da savaş vardı. İki kral... Birbirlerinin topraklarında gözü olan iki kardeş. Babaları birbirlerine düşman olmalarını engellemek için ikisinede krallık vermiş. Ama kralların gözleri perdelidir. Yakınlarında ne varsa onların olsun isterler..."
Sustu yine... Bir nefes daha... Ve...
"Bir gün krallardan birinin oğlu, diğer kralın kızını sevdiğini söyleyene kadar devam etti savaşları. Genç prensin bunu neden istediği meçhul... Halk aç, toprak kan... Her yerde cesedler vardı. Prensin gözü ise dillere destan güzelliğiyle kendi topraklarına kadar nam salmış o kızı elde etmekti."
"Peki edebildi mi? Savaş bitti mi?
"Perdeyi aç." dedi...
Geldiğimde bakmakta olduğunu camın perdesini kaldırdım. Köyün kullanılmayan taş iskelesinden başlayan denizi gördüm. O ise başını bir o yana bir bu yana çevirip dışarı bakmak istemiyorcasına gözlerini kapatıyordu.
"Bu iskele iki krallığı ayıran bir duvarın sonuydu bir zamanlar. Bazılarına göre geçilmez, yıkılmaz bir duvardı. Ama iki kişiye göre saklambaç oyununun en güvenli noktasıydı."
"Prensin mi?"
Güldü. Zar zor kaldırdı başını ve baktı sonunda iskeleye. Baka kaldı. Sonra sanki bir şey görmüş gibi gömdü başını kollarının arasına.
"Prensesin..."dedi...
"O güzeller güzeli, narin tenli, sapsarı saçlı kızın vardı gönlünü verdiği biri... Saraydan her kaçışında buraya gelir, sevdiğinin kollarına atardı kendini. Sevdiği okşamıştı bu zamana kadar sadece onun sapsarı saçlarını. Beyaz tenine o ve yardımcılarından başka kimse dokunmamıştı. Annesi bile onu kucağına alamadan ölmüştü."
Gözleri sulandı yine. Sesi titriyordu.
"Kral prensin isteğini kızına söylediğinde ne kadar itiraz etse de karşı çıkamadı buna. Mecburdu evlenmeye. Ortak yöneteceklerdi, tek bir tahtta birleşeceklerdi krallar. Sonra güçlü olan diğerini öldürüp tek başına hükmetme şansı yakalayacaktı nasılsa."
"Sevdiği? O karşı çıkmadı mı?"
"Prenses geldi. Onu kaçırması için yalvardı, diz çöktü. Ama fakirdi genç adam. Fakirlik güçsüzlük demekti. Kralın peşine takacağı adamlarla nasıl başa çıkacaktı. Ne kadar sevsede itiraz edemedi. Sevmediğini sandı prenseste. Birbirlerini en son o zaman gördüler. Belki genç adamdan habersiz prenses geldi yanına. Ama o fark etmedi."
Yine başını kaldırdı ve iskeleye baktı. Yerinden kalktı ve pencereye yaklaştı.
"Düğün günü... Genç adam düşündü evinde. Vazgeçmişti. Kaçıracaktı. Ya birlikte yaşayacaklardı, yada birlikte öleceklerdi. Buna değer dedi. En azından son bir kez daha tutacaktı elini. Duvara geldi. İskeleden bir duvak vardı. Prensesin de kaçtığını ve iskelede onu beklediğini düşündü. Koştu iskeleye... Yere serilmişti duvak. O prensesinin orada uyuduğunu düşünmüştü. Ama kimse yoktu duvağın içinde. Eline aldı ve etrafına bakındı. Oraya doğru gelen insanlar olduğunu gördüğünde prensesinde onları fark edip kaçtığını sandı."
Başını öne eğdi... Duruldu yine yaşlı adam...
"Nereye gitmiş?"
"Çok yakındaymış... Genç adamın aklına gelmemiş sadece. Kim bilir bu uçsuz bucaksız denizin neresinde..."
Göz yaşlarını tutamıyordu artık. Sanki yaşıyordu o anı.
"Evet... Çok güzel bir kadın vardı burada... Ama öldürdüler onu... Kendi kendini öldürmesine vesile olanlardır onun asıl katili. Bellki güzelliği kalmış sadece insanların aklında..."
"Peki sevdiği ne oldu? Prens ne oldu? Savaş ne oldu?"
"Prens kendine onun kadar güzel bir prenses aradı. Prensesin üvey kız kardeşinin bir gün onun kadar görkemli bir güzelliği olacağını söyledi kral ve anlaşmanın bu şekilde devam etmesini istedi. Kabul edildi. Yıllar sonra prens öldürdü iki kralı da... Çok geçmeden kendisi de öldü zaten..."
"Ya genç adam?"
"O da öldürdü kendini..."
"Nasıl?"
"Bu acıyla yaşamayı seçerek..."
Birden perdeyi kapattı ve attı beni küçük kulübesinden dışarı. O tatlı adamın bunu nasıl yaptığını düşünürken yürüdüm o yolları. Ertesi gün beni kovduğu için geç götürmeye karar verdim yemeğini. Gittiğimde kulübesinde değildi. Yemeği bırakıp gideceğim anda rüzgarın perdeyi havalandırdığını gördüm. Son bir kez bakmak istedim oradan...
Ve iskelenin ucunda onu gördüm. Elinde rüzgarda dalgalanan bir duvakla iskelenin ucunda beklediğini gördüm... Dona kaldım orada... O saatlerce kıpırdamadan bekledi, bende durup onu izledim. Ta ki...
Duvağı iskeleye bırakıp, kendini oradan atıncaya dek...
Rivayete göre çok güzelmiş. Bu zamana kadar görülmüş en bakımlı ve en alımlı kadınmış belki de. Sapsarı saçları, narin omuzlarından incecik beline kadar süzülürmüş. Bir su damlası gibi anlatırlardı. Bazılarına göre bir melek.
Ama ne adını bilen vardı, nede nerede olduğunu. önceleri bunun bir efsaneden ibaret olduğunu düşünürdüm. Böyle bir güzelliğin bu dünyada ne işi var derdim kendime.
Yine aynı yerdeydim. Bir tatil gibi görürdüm bunu. O zanlar belki de savaş olmayan tek yer orasıydı. Köyün yaşlılarıyla vakit geçirir, onlarla balığa çıkardım. Ve her gün aynı saatlerde köyün delisi diye bilinen o adama yemek götürürdüm. Herkesin deli dediği bir insanla ne konuşulur der, kapısının yanına yemekleri bırakıp uzaklaşırdım her defasında.
Ama bir gün... Biri, yaşlı adamın bana o güzel kıza neler olduğunu anlatabileceğini söyledi. Özenle seçtim o gün yemekleri... Özenle giyindim. Çünkü bu zamana kadar kapıyı aralayıp yemeği bırakmak için kullandığım ellerimi görmüştü sadece.
Köyden çok uzakta oturuyordu. Onun da diğerleri gibi saçmalayacağını düşünerek gitmiştim evine. Kapıyı araladım ve içeri girdim. Gün ortasında olmamıza rağmen kapkaranlıktı içerisi. İs kokuyordu etraf. Küçük bir kulubeydi, elbet çürüyecekti bir gün tahtalar.
Ona baktım sonra. Koltuğunda oturmuş karşısındaki kapalı cama bakıyordu.
Yemek getirdiğimi söyledim.
"Neden her zamanki gibi kapının yanına bırakmadın?"
"Bu köyde sadece sizin bildiğiniz bir efsane var efendim. Gerçeği öğrenmek istiyorum sadece."
Başını çevirdi. Kırışmış yüzünün gülümsediğini görebiliyordum.
"Yanıma gel." dedi.
Yemeği masanın üzerine koyup yanına yaklaştım. Elini kaldırdı ve beni tutup karşısına oturttu. İlk defa yüzünü görüyordum. Birden düşündüm, bir delinin deli olduğu yüzünden okunur mu? diye... Öyle bir hali yoktu. Aksine köyün aksi ihtiyarlarından daha sevimliydi.
"Bir çok şey gördüm bu köyde. Hangi gerçektir merak ettiğin?"
"Çok güzel bir kız varmış burada. Herkesi kendine hayran bırakan."
İfadesi değişti. Biliyordu ne olduğunu. Derin bir suskunluktan sonra gözlerinden akan yaşları gördüm.
"Evet... Beline kadar uzanan sapsarı saçları var dediler değil mi?"
Başımı salladım.
"Ne oldu o kıza? Nerede şimdi?"
"Çok yakınlarda... Belki de çok uzaklarda... Kim bilir?"
"Anlat bana..."
Bir nefes çekti içine, acılı bir iç çekme ile biten.
"Öldürdüler onu..."
Şaşırmıştım. Büyük bir merakla anlatmasını bekliyordum.
"Ne oldu?"dedim.
"Yıllar önce burada da savaş vardı. İki kral... Birbirlerinin topraklarında gözü olan iki kardeş. Babaları birbirlerine düşman olmalarını engellemek için ikisinede krallık vermiş. Ama kralların gözleri perdelidir. Yakınlarında ne varsa onların olsun isterler..."
Sustu yine... Bir nefes daha... Ve...
"Bir gün krallardan birinin oğlu, diğer kralın kızını sevdiğini söyleyene kadar devam etti savaşları. Genç prensin bunu neden istediği meçhul... Halk aç, toprak kan... Her yerde cesedler vardı. Prensin gözü ise dillere destan güzelliğiyle kendi topraklarına kadar nam salmış o kızı elde etmekti."
"Peki edebildi mi? Savaş bitti mi?
"Perdeyi aç." dedi...
Geldiğimde bakmakta olduğunu camın perdesini kaldırdım. Köyün kullanılmayan taş iskelesinden başlayan denizi gördüm. O ise başını bir o yana bir bu yana çevirip dışarı bakmak istemiyorcasına gözlerini kapatıyordu.
"Bu iskele iki krallığı ayıran bir duvarın sonuydu bir zamanlar. Bazılarına göre geçilmez, yıkılmaz bir duvardı. Ama iki kişiye göre saklambaç oyununun en güvenli noktasıydı."
"Prensin mi?"
Güldü. Zar zor kaldırdı başını ve baktı sonunda iskeleye. Baka kaldı. Sonra sanki bir şey görmüş gibi gömdü başını kollarının arasına.
"Prensesin..."dedi...
"O güzeller güzeli, narin tenli, sapsarı saçlı kızın vardı gönlünü verdiği biri... Saraydan her kaçışında buraya gelir, sevdiğinin kollarına atardı kendini. Sevdiği okşamıştı bu zamana kadar sadece onun sapsarı saçlarını. Beyaz tenine o ve yardımcılarından başka kimse dokunmamıştı. Annesi bile onu kucağına alamadan ölmüştü."
Gözleri sulandı yine. Sesi titriyordu.
"Kral prensin isteğini kızına söylediğinde ne kadar itiraz etse de karşı çıkamadı buna. Mecburdu evlenmeye. Ortak yöneteceklerdi, tek bir tahtta birleşeceklerdi krallar. Sonra güçlü olan diğerini öldürüp tek başına hükmetme şansı yakalayacaktı nasılsa."
"Sevdiği? O karşı çıkmadı mı?"
"Prenses geldi. Onu kaçırması için yalvardı, diz çöktü. Ama fakirdi genç adam. Fakirlik güçsüzlük demekti. Kralın peşine takacağı adamlarla nasıl başa çıkacaktı. Ne kadar sevsede itiraz edemedi. Sevmediğini sandı prenseste. Birbirlerini en son o zaman gördüler. Belki genç adamdan habersiz prenses geldi yanına. Ama o fark etmedi."
Yine başını kaldırdı ve iskeleye baktı. Yerinden kalktı ve pencereye yaklaştı.
"Düğün günü... Genç adam düşündü evinde. Vazgeçmişti. Kaçıracaktı. Ya birlikte yaşayacaklardı, yada birlikte öleceklerdi. Buna değer dedi. En azından son bir kez daha tutacaktı elini. Duvara geldi. İskeleden bir duvak vardı. Prensesin de kaçtığını ve iskelede onu beklediğini düşündü. Koştu iskeleye... Yere serilmişti duvak. O prensesinin orada uyuduğunu düşünmüştü. Ama kimse yoktu duvağın içinde. Eline aldı ve etrafına bakındı. Oraya doğru gelen insanlar olduğunu gördüğünde prensesinde onları fark edip kaçtığını sandı."
Başını öne eğdi... Duruldu yine yaşlı adam...
"Nereye gitmiş?"
"Çok yakındaymış... Genç adamın aklına gelmemiş sadece. Kim bilir bu uçsuz bucaksız denizin neresinde..."
Göz yaşlarını tutamıyordu artık. Sanki yaşıyordu o anı.
"Evet... Çok güzel bir kadın vardı burada... Ama öldürdüler onu... Kendi kendini öldürmesine vesile olanlardır onun asıl katili. Bellki güzelliği kalmış sadece insanların aklında..."
"Peki sevdiği ne oldu? Prens ne oldu? Savaş ne oldu?"
"Prens kendine onun kadar güzel bir prenses aradı. Prensesin üvey kız kardeşinin bir gün onun kadar görkemli bir güzelliği olacağını söyledi kral ve anlaşmanın bu şekilde devam etmesini istedi. Kabul edildi. Yıllar sonra prens öldürdü iki kralı da... Çok geçmeden kendisi de öldü zaten..."
"Ya genç adam?"
"O da öldürdü kendini..."
"Nasıl?"
"Bu acıyla yaşamayı seçerek..."
Birden perdeyi kapattı ve attı beni küçük kulübesinden dışarı. O tatlı adamın bunu nasıl yaptığını düşünürken yürüdüm o yolları. Ertesi gün beni kovduğu için geç götürmeye karar verdim yemeğini. Gittiğimde kulübesinde değildi. Yemeği bırakıp gideceğim anda rüzgarın perdeyi havalandırdığını gördüm. Son bir kez bakmak istedim oradan...
Ve iskelenin ucunda onu gördüm. Elinde rüzgarda dalgalanan bir duvakla iskelenin ucunda beklediğini gördüm... Dona kaldım orada... O saatlerce kıpırdamadan bekledi, bende durup onu izledim. Ta ki...
Duvağı iskeleye bırakıp, kendini oradan atıncaya dek...
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Geç Gelen Aşk !
Köyün uzak bir köşesindeki yıkık dökük bir evin bahçesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İkisi de heyecanlıydı. Yakalanmaktan çok korkuyorlardı. İlk yaşlı adam geldi buluşma yerine, beş dakika sonrada yaşlı kadın…
Aşk bu; söz dinler mi hiç? Ansızın gelir istenmediği bir anda ve kovsan da gitmez acıtmadan, kanatmadan… Bazen çocuk yaşta, hiç bilmeden onunla büyürsün, ya da artık çok geç dediğin ömrün son demlerinde… Naftalin kokulu sandıklarda saklanır aşk…
Hiç şaşırmayın ne yani olamaz mı aşk kapıyı ne zaman çalar ki yirmili otuzlu yaşlarda mı? Onlarınkini yetmişinde çalmıştı işte… Gerçi onlarınki aşktan çok çocukların yanında sığıntı gibi yaşamaktan kurtulup beraber geçirmekti ömrün son demlerini…
—Konuşabildin mi çocuklarla?
—Yok, nerde! “Bu yaştan sonra!” der, burnumdan getirirler.
—Ne yapacağız peki?
—Bilmem? Ben söyleyemem. En iyisi vazgeçelim.
—Hani bıkmıştın? Birlikte ölene kadar birbirimizi idare ederiz, kimseye muhtaç olmayız diyordun…
—Öyle de…
—Gel kaçalım. Yarın akşam ben bir taksi tutayım. Buralardan gidelim, nikâhlandıktan sonra ne yapsalar boş mecburen kabullenecekler…
Yaşlı kadın sustu… Birden, “Tamam” dedi.
Ertesi gün akşam aynı yerde birlikte kaçmak için buluşmaya karar verdiler. İkisi de heyecandan bütün gece uyumadılar. Ertesi sabah, çocuklara belli etmeden hazırlıklar yapıldı. Gece bir türlü olmuyordu. Yaşlı kadın evin bir köşesine çekilmiş, yanlış bir hareket yaparım da anlarlar korkusu ile sessizce oturuyordu. Yaşlı adam ise dışarılarda bahçe ile ilgileniyor kimseyle konuşmuyor, ama tekleyen kalbi her an duracak gibi çırpınıyordu.
Nihayet gece olmuştu her zaman ki gibi yaşlı adam önce geldi. Bir müddet sonrada tuttuğu taksi geldi. Artık yaşlı kadının gelmesi bekleniyordu. Zavallı adam heyecandan yerinde duramıyordu. “Geç kaldı acaba yakalandı mı?” diye düşünmekten de kendini alamıyordu. Nihayet görünmüştü evin köşesinden; başında örtmesi elinde kıyafetlerinin bulunduğu küçük bohçası ile hızlı ve ürkek adımlarla yaklaştı. “Nerde kaldın hadi çabuk bin.” dedi yaşlı adam ve acele ile taksiye bindiler. Şoför içinden kıs kıs gülüyordu. Durum gerçekten trajikti.
Şoför aynadan yaşlı kadını süzüyordu. Zavallının heyecandan ihtiyar sevimli yüzü bembeyaz kesilmiş, çenesi titriyordu. Elindeki bohçaya sıkıca sarılmış, dalgın gözlerle dışarıyı seyrediyordu. Gülümseyerek yaşlı adama baktı. Adamında ondan bir farkı yoktu. Elleri titriyor göğsü sanki daha bir hızlı inip kalkıyordu. Daha dikkatli baktığında yüzündeki boncuk boncuk terleri gördü…
Sessiz sedasız bir saat süren yolculuktan sonra nihayet şehre gelinmişti. Şoför “Geldik Bey baba hadi geçmiş olsun.” diye seslendi kadın inmek için hareketlendi. Fakat yaşlı adamda ses seda yoktu. Şoför uyuduğunu düşünerek, hızlı bir şekilde dürterek cümleleri tekrarladı “Bey amca geldik!” O da ne! Şoförün itelemesiyle yaşlı adam devrilmez mi? Aman Allah’ım! Yaşlı adam heyecana dayanamamış kalbi duruvermişti…
Köyün uzak bir köşesindeki yıkık dökük bir evin bahçesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İkisi de heyecanlıydı. Yakalanmaktan çok korkuyorlardı. İlk yaşlı adam geldi buluşma yerine, beş dakika sonrada yaşlı kadın…
Aşk bu; söz dinler mi hiç? Ansızın gelir istenmediği bir anda ve kovsan da gitmez acıtmadan, kanatmadan… Bazen çocuk yaşta, hiç bilmeden onunla büyürsün, ya da artık çok geç dediğin ömrün son demlerinde… Naftalin kokulu sandıklarda saklanır aşk…
Hiç şaşırmayın ne yani olamaz mı aşk kapıyı ne zaman çalar ki yirmili otuzlu yaşlarda mı? Onlarınkini yetmişinde çalmıştı işte… Gerçi onlarınki aşktan çok çocukların yanında sığıntı gibi yaşamaktan kurtulup beraber geçirmekti ömrün son demlerini…
—Konuşabildin mi çocuklarla?
—Yok, nerde! “Bu yaştan sonra!” der, burnumdan getirirler.
—Ne yapacağız peki?
—Bilmem? Ben söyleyemem. En iyisi vazgeçelim.
—Hani bıkmıştın? Birlikte ölene kadar birbirimizi idare ederiz, kimseye muhtaç olmayız diyordun…
—Öyle de…
—Gel kaçalım. Yarın akşam ben bir taksi tutayım. Buralardan gidelim, nikâhlandıktan sonra ne yapsalar boş mecburen kabullenecekler…
Yaşlı kadın sustu… Birden, “Tamam” dedi.
Ertesi gün akşam aynı yerde birlikte kaçmak için buluşmaya karar verdiler. İkisi de heyecandan bütün gece uyumadılar. Ertesi sabah, çocuklara belli etmeden hazırlıklar yapıldı. Gece bir türlü olmuyordu. Yaşlı kadın evin bir köşesine çekilmiş, yanlış bir hareket yaparım da anlarlar korkusu ile sessizce oturuyordu. Yaşlı adam ise dışarılarda bahçe ile ilgileniyor kimseyle konuşmuyor, ama tekleyen kalbi her an duracak gibi çırpınıyordu.
Nihayet gece olmuştu her zaman ki gibi yaşlı adam önce geldi. Bir müddet sonrada tuttuğu taksi geldi. Artık yaşlı kadının gelmesi bekleniyordu. Zavallı adam heyecandan yerinde duramıyordu. “Geç kaldı acaba yakalandı mı?” diye düşünmekten de kendini alamıyordu. Nihayet görünmüştü evin köşesinden; başında örtmesi elinde kıyafetlerinin bulunduğu küçük bohçası ile hızlı ve ürkek adımlarla yaklaştı. “Nerde kaldın hadi çabuk bin.” dedi yaşlı adam ve acele ile taksiye bindiler. Şoför içinden kıs kıs gülüyordu. Durum gerçekten trajikti.
Şoför aynadan yaşlı kadını süzüyordu. Zavallının heyecandan ihtiyar sevimli yüzü bembeyaz kesilmiş, çenesi titriyordu. Elindeki bohçaya sıkıca sarılmış, dalgın gözlerle dışarıyı seyrediyordu. Gülümseyerek yaşlı adama baktı. Adamında ondan bir farkı yoktu. Elleri titriyor göğsü sanki daha bir hızlı inip kalkıyordu. Daha dikkatli baktığında yüzündeki boncuk boncuk terleri gördü…
Sessiz sedasız bir saat süren yolculuktan sonra nihayet şehre gelinmişti. Şoför “Geldik Bey baba hadi geçmiş olsun.” diye seslendi kadın inmek için hareketlendi. Fakat yaşlı adamda ses seda yoktu. Şoför uyuduğunu düşünerek, hızlı bir şekilde dürterek cümleleri tekrarladı “Bey amca geldik!” O da ne! Şoförün itelemesiyle yaşlı adam devrilmez mi? Aman Allah’ım! Yaşlı adam heyecana dayanamamış kalbi duruvermişti…
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Sevdakolik Teğet
Dünyada başgösteren küresel finans krizi ülkemizi teğet geçerken ben, tam kalbimin ortasını delerek geçen bireysel sevdakolik yaranın acısını yaşamaktayım. Finansal krizin teğet geçmesine rağmen kapanan kepenklere inat aklım, bu yarayı örtbas etmemek için kepenklerini kapatmıyor, yine, yeniden boy göstermek için binbir eda ve cakayı yüzüme giyinerek taptaze bir vitrinde kendini göstermenin çabası içinde.
Vitrinde caka satmak güzel de ya tezgah arkasında aylığını alamayan, nasıl ödeneceği muamma yığınla faturayı ödeme derdine düşmüş bir tezgahtar gibi kalbimdeki sevdanın süslü vitrinle kapanmayacak yarasını neyle yamayacağım? Elimdeki son variyetle bezediğin vitrinle kapanacak kadar hafif bir yara mı bu?
Finansal krizi çözecek nakit likiditesi, kalbindeki gayya kuyusunu doldurur mu sanıyorsun? Acaba imfnin kapısını çalıp standby imzalamayı önersem, bu kadar likiditeyi finanse edebilirler mi? Yoksa bu eksiği telafi etmek için sinei milllete mi dönsem? O kadar yastık altı birikimi çıkar mı dersin?
İnsanlar bu krizde kuruşlarına dokunmamak için sımsıkı cüzdanlarına sarılmışlarken yastık altı merhametlerini istifadene sunmazlar, daha zor günler için sandıklara kaldırıp üstüne yükler yüklemişlerdir çoktan.
Muhannete elini de kalbini de açma en iyisi, kıvrıl kıvrıl da kendine bürün, aynada derdine görün.
Emperyalist sevdanın da kapitalin de canı cehenneme!
İnsanlardan da kalplerden de çek elini artık...
Dünyada başgösteren küresel finans krizi ülkemizi teğet geçerken ben, tam kalbimin ortasını delerek geçen bireysel sevdakolik yaranın acısını yaşamaktayım. Finansal krizin teğet geçmesine rağmen kapanan kepenklere inat aklım, bu yarayı örtbas etmemek için kepenklerini kapatmıyor, yine, yeniden boy göstermek için binbir eda ve cakayı yüzüme giyinerek taptaze bir vitrinde kendini göstermenin çabası içinde.
Vitrinde caka satmak güzel de ya tezgah arkasında aylığını alamayan, nasıl ödeneceği muamma yığınla faturayı ödeme derdine düşmüş bir tezgahtar gibi kalbimdeki sevdanın süslü vitrinle kapanmayacak yarasını neyle yamayacağım? Elimdeki son variyetle bezediğin vitrinle kapanacak kadar hafif bir yara mı bu?
Finansal krizi çözecek nakit likiditesi, kalbindeki gayya kuyusunu doldurur mu sanıyorsun? Acaba imfnin kapısını çalıp standby imzalamayı önersem, bu kadar likiditeyi finanse edebilirler mi? Yoksa bu eksiği telafi etmek için sinei milllete mi dönsem? O kadar yastık altı birikimi çıkar mı dersin?
İnsanlar bu krizde kuruşlarına dokunmamak için sımsıkı cüzdanlarına sarılmışlarken yastık altı merhametlerini istifadene sunmazlar, daha zor günler için sandıklara kaldırıp üstüne yükler yüklemişlerdir çoktan.
Muhannete elini de kalbini de açma en iyisi, kıvrıl kıvrıl da kendine bürün, aynada derdine görün.
Emperyalist sevdanın da kapitalin de canı cehenneme!
İnsanlardan da kalplerden de çek elini artık...
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Sarı Gülün Hikayesi
Bahçeyi gezen ve tüm çiçeklerle dertleşen bahçıvan ağır adımlarla ona doğru yaklaştı. Şefkat dolu kadife sesiyle: “sarı kızım nasılsın bu sabah?” bir yandan da toprağa dökülen gülün kurumuş yapraklarını inceliyordu. Yavaşça dokundu gülün gövdesine, yorgun gözleri yavaşça kurumaya yüz tutan tomurcuklara ilişti. Gözleri doldu, belli ki kızı gibi sevdiği gülünün gözlerinin önünde kuruyup gitmesine çok üzülmüştü. Adam yorgun ve hafif sitemkar bir sesle: “anlaşılan yerini beğenmedin sen” hafifçe gülümseyerek: “güneşi sevmiyorsun anlaşılan” dedi. Yavaşça doğrulup bahçesine göz gezdirdi. Renklerin tüm tonlarının halim olduğu bahçede gölge bir yer gözüne ilişti. “Tamam kızım, senin yeni köşkünü buldum”
"hemen taşınmana yardım edeyim" dedi....
Gül şimdi adamcağızın ellerinde yeni yerine doğru yol alıyordu. Bahçıvan onu mavi gül ve akşam sefası arasındaki boşluğa ekmişti.
Sarı gülün çevresine alışması uzun sürmedi. Mavi gülün sıcak tavırları, akşam sefasının dostluğu ve bahçıvan babasının sık sık onun yanına uğrayıp onunla dertleşmesi
onun yeni yaşamına uyum sağlamasında büyük rol oynadı.
yeni yaşamına alışan sarı gül akşam sefasıyla arkadaşlık ediyor, mavi gülle sohbetler ediyordu.
Bir süre sonra akşam sefasına kendi cinsinden olan yeni arkadaşlar geldi ve o günlerde akşam sefası "dostum" dediği sarı güle sert ve haşin davranmaya başladı. Hatta bu durumu daha ileriye götürerek sarı güle:"sen sonradan gelip mavi gülle aramıza girdin" diyerek onun kalbini kırmıştı. o gün ilk defa sarı gülün yapraklarında çiğ damlaları görüldü. Mavi gül bu duruma dayanamamış, sarı gülü adeta sarıp sarmalamıştı. Sarı gül akşam sefasının yokluğunu mavi gülle doldurmaya çalışıyordu.
O günlerde bahçeye daha az uğrayan bahçıvan artık çiçeklerine ve sarı kızına uğramaz olmuştu. Günlerdir topraklarına bir damla düşmeyen çiçekler bahçıvana kızıyorlar, hatta bazıları onun hakkında ileri geri yorumlarda bulunuyordu. Sarı gül babası gibi sevdiği bahçıvanı merak ediyor, mavi gülün ona söyledikleriyle kendini kandırıyordu.
Bir sabah kendilerine verilen suyun serinliğiyle uyanan sarı gül ve mavi gül yeni bahçıvanla tanıştılar. Bu yeni gelen bahçıvanda çiçeklerle konuşmayı çok seviyor, onlara sürekli hikayeler anlatıyordu. Ama sarı gülün eski bahçıvana duyduğu hasret her gün çiçek yapraklarına damlamış bir çiğ olarak görünüyordu. Bu çiğleri gören yeni bahçıvan sarı gülün yanına gelerek: baban uzun bir yolculuğa çıktı ve giderken de seni bana emanet etti, kızıma iyi bak dedi, şimdi bu çiğlerini görse eminim çok üzülürdü" dedi kısık bir sesle.
O günden sonra gülün üzerinde daha az çiğ görüldü. Mavi gül artık hem akşam sefasının, hem de yaşlı bahçıvanın bıraktığı yaraları onarmaya çalışıyordu. Artık birbirlerine daha çok yakınlaşmışlardı.
Sarı gül artık en güzel çiçeklerini mavi gül için açıyor, en güzel kokuları onun için etrafa yayıyordu. Dikenlerini yaprakları altına gizleyen sarı gül gayet kendinden emin bir tavırla mavi güle aşkını itiraf ediyordu ve mavi gül de ona "gülüm" diye hitap ediyordu.
Bahçıvan bir sabah sarı gülün en göz alıcı çiçeklerinden birini kopardı. Dikenlerini yaprakları altına gizlemiş olan gül ise hiç bir şey yapamamıştı. Bahçıvanın gidişinden sonra çok acı duydu sarı gül. Dalın kesildiği yerden bu kadar acı verdiğini bilmiyordu. Mavi gül kaşlarını çatarak "neden izin verdin sarı gül" dedi. İlk defa ona böyle hitap ediyordu mavi gülü. İsmini yadırgayan sarı gül dalının sızını unuttu. Çiğler belirdi yapraklarında. Onun ağlamasına dayanamayan mavi gülü hemen teselli etti onu.
Ertesi sabah başka bir gülü, sonraki sabah başka bir gülü derken bir hafta içinde hiç çiçeği kalmadı sarı gülün. Mavi gülü de ondan soğumuştu. Sürekli azarlarcasına ona "sarı gül " diye hitap ediyor, sürekli gözlerini kaçırıyordu ondan. Sarı gülde bir müddet sonra mavi gülünden soğumaya başlamıştı. Artık onunla daha az konuşuyor hatta bazen tek kelime bile etmeden uykuya dalıyordu.
Uzun zaman sonra sarı gül yine çiçek açtı. Bu kez eskisinden daha güzel, daha alımlı ve daha hoş kokulu çiçeklerdi bunlar. Artık sarı gülün dikenleri de eskisi gibi yaprakları altında değil, daha gizli ve daha sivri uçluydular. Bahçıvan yine güllerden koparmaya gelince ona sakladığı dikenleriyle saldıran sarı gül, bahçıvanın elinin kanamasına sebep olmuştu. Mavi gül bu kez daha içten bakıyordu ve gülümseyerek “iyi yaptın gülüm” dedi. Kırgındı sarı gül mavi gülüne. Hiçbir şey söylemedi. Mavi gül her seferinde onunla konuşmak istiyor, sarı gül onun yaptıklarını bir türlü içine hazmedemiyor, sürekli yapraklarına çiğ düşüyordu. Mavi gül sarılmak istedi bir gün gülüne. İzin yoktu. Dikenleriyle savundu kendini sarı gül. Sonraki günlerde de çiğ damlaları eksik olmadı sarı gülün yapraklarından. Yanına gelen bahçıvan gülün gövdesinin yeşilden kahverengiye döndüğünü fark etti. Kuruyordu sarı gül, hüzün ve keder onu yıkmıştı. Birkaç gün sonra sabah çiçeklerini güneşe dönen mavi gül toprağı dibinde bir sarı gül gördü. Sarı gülün olduğu yere dönünce de kökünden koparılmış kadar acı çekti. Sarı gül kurumuştu ve giderken de ona en kocaman ve en güzel sarı gülünü bırakmıştı. Korkarak dokundu yapraklarını mavi gül, sarı güle. Dikensizdi.
Sarı gül mavi gülüne kavuşamadan kuruyup gitti. Bu yüzden sarı güle ayrılık, mavi güle imkansız aşk denir.
Sarı gülle mavi gül kavuşamadan sarı gül kuruyup gitmiş, mavi gül de hatasını çok geç anlamıştır.
Bahçeyi gezen ve tüm çiçeklerle dertleşen bahçıvan ağır adımlarla ona doğru yaklaştı. Şefkat dolu kadife sesiyle: “sarı kızım nasılsın bu sabah?” bir yandan da toprağa dökülen gülün kurumuş yapraklarını inceliyordu. Yavaşça dokundu gülün gövdesine, yorgun gözleri yavaşça kurumaya yüz tutan tomurcuklara ilişti. Gözleri doldu, belli ki kızı gibi sevdiği gülünün gözlerinin önünde kuruyup gitmesine çok üzülmüştü. Adam yorgun ve hafif sitemkar bir sesle: “anlaşılan yerini beğenmedin sen” hafifçe gülümseyerek: “güneşi sevmiyorsun anlaşılan” dedi. Yavaşça doğrulup bahçesine göz gezdirdi. Renklerin tüm tonlarının halim olduğu bahçede gölge bir yer gözüne ilişti. “Tamam kızım, senin yeni köşkünü buldum”
"hemen taşınmana yardım edeyim" dedi....
Gül şimdi adamcağızın ellerinde yeni yerine doğru yol alıyordu. Bahçıvan onu mavi gül ve akşam sefası arasındaki boşluğa ekmişti.
Sarı gülün çevresine alışması uzun sürmedi. Mavi gülün sıcak tavırları, akşam sefasının dostluğu ve bahçıvan babasının sık sık onun yanına uğrayıp onunla dertleşmesi
onun yeni yaşamına uyum sağlamasında büyük rol oynadı.
yeni yaşamına alışan sarı gül akşam sefasıyla arkadaşlık ediyor, mavi gülle sohbetler ediyordu.
Bir süre sonra akşam sefasına kendi cinsinden olan yeni arkadaşlar geldi ve o günlerde akşam sefası "dostum" dediği sarı güle sert ve haşin davranmaya başladı. Hatta bu durumu daha ileriye götürerek sarı güle:"sen sonradan gelip mavi gülle aramıza girdin" diyerek onun kalbini kırmıştı. o gün ilk defa sarı gülün yapraklarında çiğ damlaları görüldü. Mavi gül bu duruma dayanamamış, sarı gülü adeta sarıp sarmalamıştı. Sarı gül akşam sefasının yokluğunu mavi gülle doldurmaya çalışıyordu.
O günlerde bahçeye daha az uğrayan bahçıvan artık çiçeklerine ve sarı kızına uğramaz olmuştu. Günlerdir topraklarına bir damla düşmeyen çiçekler bahçıvana kızıyorlar, hatta bazıları onun hakkında ileri geri yorumlarda bulunuyordu. Sarı gül babası gibi sevdiği bahçıvanı merak ediyor, mavi gülün ona söyledikleriyle kendini kandırıyordu.
Bir sabah kendilerine verilen suyun serinliğiyle uyanan sarı gül ve mavi gül yeni bahçıvanla tanıştılar. Bu yeni gelen bahçıvanda çiçeklerle konuşmayı çok seviyor, onlara sürekli hikayeler anlatıyordu. Ama sarı gülün eski bahçıvana duyduğu hasret her gün çiçek yapraklarına damlamış bir çiğ olarak görünüyordu. Bu çiğleri gören yeni bahçıvan sarı gülün yanına gelerek: baban uzun bir yolculuğa çıktı ve giderken de seni bana emanet etti, kızıma iyi bak dedi, şimdi bu çiğlerini görse eminim çok üzülürdü" dedi kısık bir sesle.
O günden sonra gülün üzerinde daha az çiğ görüldü. Mavi gül artık hem akşam sefasının, hem de yaşlı bahçıvanın bıraktığı yaraları onarmaya çalışıyordu. Artık birbirlerine daha çok yakınlaşmışlardı.
Sarı gül artık en güzel çiçeklerini mavi gül için açıyor, en güzel kokuları onun için etrafa yayıyordu. Dikenlerini yaprakları altına gizleyen sarı gül gayet kendinden emin bir tavırla mavi güle aşkını itiraf ediyordu ve mavi gül de ona "gülüm" diye hitap ediyordu.
Bahçıvan bir sabah sarı gülün en göz alıcı çiçeklerinden birini kopardı. Dikenlerini yaprakları altına gizlemiş olan gül ise hiç bir şey yapamamıştı. Bahçıvanın gidişinden sonra çok acı duydu sarı gül. Dalın kesildiği yerden bu kadar acı verdiğini bilmiyordu. Mavi gül kaşlarını çatarak "neden izin verdin sarı gül" dedi. İlk defa ona böyle hitap ediyordu mavi gülü. İsmini yadırgayan sarı gül dalının sızını unuttu. Çiğler belirdi yapraklarında. Onun ağlamasına dayanamayan mavi gülü hemen teselli etti onu.
Ertesi sabah başka bir gülü, sonraki sabah başka bir gülü derken bir hafta içinde hiç çiçeği kalmadı sarı gülün. Mavi gülü de ondan soğumuştu. Sürekli azarlarcasına ona "sarı gül " diye hitap ediyor, sürekli gözlerini kaçırıyordu ondan. Sarı gülde bir müddet sonra mavi gülünden soğumaya başlamıştı. Artık onunla daha az konuşuyor hatta bazen tek kelime bile etmeden uykuya dalıyordu.
Uzun zaman sonra sarı gül yine çiçek açtı. Bu kez eskisinden daha güzel, daha alımlı ve daha hoş kokulu çiçeklerdi bunlar. Artık sarı gülün dikenleri de eskisi gibi yaprakları altında değil, daha gizli ve daha sivri uçluydular. Bahçıvan yine güllerden koparmaya gelince ona sakladığı dikenleriyle saldıran sarı gül, bahçıvanın elinin kanamasına sebep olmuştu. Mavi gül bu kez daha içten bakıyordu ve gülümseyerek “iyi yaptın gülüm” dedi. Kırgındı sarı gül mavi gülüne. Hiçbir şey söylemedi. Mavi gül her seferinde onunla konuşmak istiyor, sarı gül onun yaptıklarını bir türlü içine hazmedemiyor, sürekli yapraklarına çiğ düşüyordu. Mavi gül sarılmak istedi bir gün gülüne. İzin yoktu. Dikenleriyle savundu kendini sarı gül. Sonraki günlerde de çiğ damlaları eksik olmadı sarı gülün yapraklarından. Yanına gelen bahçıvan gülün gövdesinin yeşilden kahverengiye döndüğünü fark etti. Kuruyordu sarı gül, hüzün ve keder onu yıkmıştı. Birkaç gün sonra sabah çiçeklerini güneşe dönen mavi gül toprağı dibinde bir sarı gül gördü. Sarı gülün olduğu yere dönünce de kökünden koparılmış kadar acı çekti. Sarı gül kurumuştu ve giderken de ona en kocaman ve en güzel sarı gülünü bırakmıştı. Korkarak dokundu yapraklarını mavi gül, sarı güle. Dikensizdi.
Sarı gül mavi gülüne kavuşamadan kuruyup gitti. Bu yüzden sarı güle ayrılık, mavi güle imkansız aşk denir.
Sarı gülle mavi gül kavuşamadan sarı gül kuruyup gitmiş, mavi gül de hatasını çok geç anlamıştır.
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Her Aşkta Bir Hikaye Vardır Aslında…
Her aşkta bir hikaye vardır aslında…
Bizim aşkımız ise sadece bir masaldan ibaret.. yaşanmadan biten onca güzel şey, tam yarısına gelmişken yarım bırakılan bir kitaptır ayrılık…
ya masal okuyacaksın sadece özetlerden oluşan yada kendini okudukça içine çeken roman…
sen fıkraydın hayatta sadece tatlı bir tebessüm veren insana… ben seni okudukça bitmeyen içinde aşkı, sevgiyi, mutluluğu bulacağım roman sanarken…
hayaller…hayaller… hayaller….
İnsanı yaşama bağlar, aslında her insanın umudu yok mudur hayattan, herkesin hayalleri vardır, umutları vardır, herkes ayrı şeyleri umut eder tanrıdan.. dua eder ama.. olmayınca olmuyor işte benimde hayallerim vardı… bir çok kez senin için tuttum kayan yıldızlara dilek.. gözüm seğirdiğin de sendin aklıma ilk gelen, kulakların çınladı mı? bilmiyorum ama dilimdeydi yine bugün ismin en yakın arkadaşımla konuştum seni gülüşünü özlediğimi söyledim.. oda unut dedi.. söylesene yapabilir miyim unutabilir miyim seni… farkında değilim ama ağlamışım ağlama diye bana sarılınca fark ettim... içimdeki kapanmayan yarada özlem miydi.. sanırım özlemdi.. seninleyken aşk benim için dünyanın en nadir bulunan taşı gibi değerliydi yada bir parça topraktı onca ülkeyi birbirine düşman eden.. şimdi ise 3 harften oluşan anlamsız bir kelime anlamını yetirmiş içindeki değeri kaybetmiş bir kelime bu aşka destanlar yazamam… ben aşkımı yok olan umutlarımla paketledim hediye yaptım.. şimdi kaybolan umutlarımdan oluşan bir kurye getirecek kapına al oları.. özür dilerim bir tek sevgimi yollayamadım sana ama bırak, bırak da o bana kalsın.. ve ben bu aşkı ölümsüzleştireyim seni senden uzakta yaşayayım.. yeni masallara başlamışsın kutlarım okumayı sevmen güzel bir şey ama ne olur bana yaptığın gibi başlayıp da yarım bırakma… ve okuduğun her mısra ya koy kendini anla o zaman aslında yazılanın daha zor olduğunu… sen 1 kişiyi mutlu edersin 1 kişiyle özleşirsin ama okumaya değer bir romanda hayat ,neşe, umut verdiği insan çoktur… şimdi başlamaya kıyamadığım bitirmeye korktuğum sadece fıkralardan oluşan kitabım umarım diğer sayfalarında umut vardır…
Her aşkta bir hikaye vardır aslında…
Bizim aşkımız ise sadece bir masaldan ibaret.. yaşanmadan biten onca güzel şey, tam yarısına gelmişken yarım bırakılan bir kitaptır ayrılık…
ya masal okuyacaksın sadece özetlerden oluşan yada kendini okudukça içine çeken roman…
sen fıkraydın hayatta sadece tatlı bir tebessüm veren insana… ben seni okudukça bitmeyen içinde aşkı, sevgiyi, mutluluğu bulacağım roman sanarken…
hayaller…hayaller… hayaller….
İnsanı yaşama bağlar, aslında her insanın umudu yok mudur hayattan, herkesin hayalleri vardır, umutları vardır, herkes ayrı şeyleri umut eder tanrıdan.. dua eder ama.. olmayınca olmuyor işte benimde hayallerim vardı… bir çok kez senin için tuttum kayan yıldızlara dilek.. gözüm seğirdiğin de sendin aklıma ilk gelen, kulakların çınladı mı? bilmiyorum ama dilimdeydi yine bugün ismin en yakın arkadaşımla konuştum seni gülüşünü özlediğimi söyledim.. oda unut dedi.. söylesene yapabilir miyim unutabilir miyim seni… farkında değilim ama ağlamışım ağlama diye bana sarılınca fark ettim... içimdeki kapanmayan yarada özlem miydi.. sanırım özlemdi.. seninleyken aşk benim için dünyanın en nadir bulunan taşı gibi değerliydi yada bir parça topraktı onca ülkeyi birbirine düşman eden.. şimdi ise 3 harften oluşan anlamsız bir kelime anlamını yetirmiş içindeki değeri kaybetmiş bir kelime bu aşka destanlar yazamam… ben aşkımı yok olan umutlarımla paketledim hediye yaptım.. şimdi kaybolan umutlarımdan oluşan bir kurye getirecek kapına al oları.. özür dilerim bir tek sevgimi yollayamadım sana ama bırak, bırak da o bana kalsın.. ve ben bu aşkı ölümsüzleştireyim seni senden uzakta yaşayayım.. yeni masallara başlamışsın kutlarım okumayı sevmen güzel bir şey ama ne olur bana yaptığın gibi başlayıp da yarım bırakma… ve okuduğun her mısra ya koy kendini anla o zaman aslında yazılanın daha zor olduğunu… sen 1 kişiyi mutlu edersin 1 kişiyle özleşirsin ama okumaya değer bir romanda hayat ,neşe, umut verdiği insan çoktur… şimdi başlamaya kıyamadığım bitirmeye korktuğum sadece fıkralardan oluşan kitabım umarım diğer sayfalarında umut vardır…
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Aşk Yaraları
“Aşk sizi çağırdığı zaman, onu izleyin,
Yolları zorlu ve dik olsa da.
Kanatları sizi sardığı zaman, ona teslim olun,
Tüyleri arasında gizlenmiş kılıç sizi yaralayacak olsa da.”
H.Cibran
I.
1941 yılı…
Haziran ayının sonlarıydı. Alman panzerleri kuzey sınırı geçip Barbarossa Harekatı’nı başlatmışlardı. Çok sert geçen bir sıcak çatışmanın içinde yaklaşık yirmi iki gün kaldım. Yoğun bombardımandan kaçarak Smolensk yakınlarındaki bir tepeliğe sığındım. Çevresel şartlar çok kötüydü. Yanımda su, yemek adına hiçbir şey kalmamıştı. Konuşlandığım yerde uzun bir zaman kalamazdım. Çünkü Alman orduları bizi dışa doğru çekip, Moskova’ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Artık ülkenin vahametini değil, kendimi düşünmeye başlamıştım. Bir an önce bir şeyler bulup, karnımı doyurmalıydım. Üstümü başımı karıştırdım, sırt çantamı yere döktüm ama nafile, beni yaşatacak hiç bir şey bulamadım…
Çantamdan düşen parşömen gözüme takıldı. İnce kırmızı bir kurdele ile sarılmıştı. Hâlsiz bedenim yere eğilip parşömen parçasını alacak güce sahip değildi. Dakikalarca baka kaldım. Ve gücümü toparlayıp kırmızı kurdeleli parşömeni açtım. Bir mektuptu ve çantamda ne işi vardı. Bir taşın kenarına oturup parşömeni yavaş yavaş açtım ve incelemeye çalıştım. Mektup, Veranka’dandı…
“Sevgili Zverkov,
Aslında bunu yazıp yazmama konusunda çok tereddüt ettim. Bilirisin ne yazmak hünerimdir, ne de konuşmak. Gözlerimdir kedimi ifade ettiğim şeklim, bunu çok iyi birlisin. Senle güzel günlerimiz geçti, bunları derinlemesine anlatmama gerek yok. Çocukluğumuzdan beri birbirimize olan yakınlığımız bizi bu günlere kadar getirdi. Başta da belirttim gibi elime kâğıdı-kalemi alıp almamam konusunda kendimle çok çeliştim. Ve sonunda sana bu mektubu yazıp çantana koymaya karar verdim(çantanda koydum diye kızma, sana kendi elimle sunacak cesarettim yoktu)
Zverkov, sana olan aşkım kelimelerle ifade edemeyecek kadar büyüktür.(İnan ki, kelimeleri iyi kullana bilseydim seni etkileyecek süslü cümleler kurardım)
41 Nisan’ında sana evlada diyemedim. Çünkü yapamazdım. Orduya katılıp bir daha geri dönüp dönmeyeceğin belli olmadığı için yapamazdım. Sakın bunu kendi geleceğim, kendi huzurum için yaptığımı düşünme. Sadece seni düşündüm… Öğrenimi bırakıp ve saklanamayıp ne olursa olsun vatanın için orduya katılacağını söyleyince, ben sana engel olmazdım. Senin aklını karıştıramazdım-umarım şimdi karışmamıştır-
Sözümü fazla uzatmayacağım. Sadece seni sevdiğimi bil, bu bana yeter. Ne olursa olsun seni bekleyeceğim. Bunu unutma…
İlk sevdiğin kadın,
Veranka”
II.
1943 yılı…
Ocak ayının sonlarıydı. Almanların eline esir düşeli iki yıldan fazla olmuştu. Aslında yaşadığım için şükretmeliyim, çoğu arkadaşım gözlerimin önümde katledilmişti. Ben ise şanslı olanlar arasındaydım, yaşıyordum, esirde olsam, prangalanıp işkence de çeksem, yaşıyordum. Tabii beni böyle bir durumda ayakta tutan şey, Veranka’ydı. Ona kavuşacağım günün hayalini kurarak esir altında yirmi yıl kalmaya razıydım. Birkaç kere mektup göndermeyi denesem de, başarılı olamadım. Alman askerleri izin vermedi. Ben yazdım onlar yaktı, tekrar denedim, tekrar yazdım, bu sefer parmaklarımı yaktılar…
Hayat şartlarım o kadar zordu ki, üç günde bir dağıtılan ekmeyi idare etmek ve çaldırmamak için elimden geleni yapıyordum.
Bedenim yitik, ruhum sönük, gözlerim puslu…bunların yanında da kalbim doluydu, Veranka oradaydı, benim en temel besin ve yaşama kaynağımdı.
Gönderemediğim mektupların çoğunu sakladım-tabii alevlerden kurtara bildiklerimi- İlk yazmaya çalıştığım mektup, ona ulaşsaydı daha da mutlu olacaktım…
“ Canım,
Senin yazdığın o mektubu görünce, yaşamım değişti. Evet şuanda esirim. Fakat bu çok önemli değil, çünkü senin sevgin ve sabrın beni yaşamda ayakta tutuyor. Senin yanına geleceğim. Yeniden, birlikte olacağız. Hayallerimizi birlikte kâğıda döküp, sonlarda çocuklarımıza okutacağız. Ben iki çocuk istiyorum; biri erkek biri kız…Erkek bana benzesin, kızda sana…Ama yaşayacakları sevgileri de bize.
En yakın zamanda kavuşacağımıza inanıyorum. Seni seviyorum…
İlk sevdiğin adam,
Zverkov
III.
1945 yılı..
Mayıs ayının başıydı. Rus orduları Berlin’e girmiş ve Hitler’i devirmişti. Artık özgürlük zamanıydı. Esir tutulduğumuz yerden kendi yurttaşlarımca kurtulmanın heyecanını yaşadım. Evime dönecektim. Esaretim sonra ermiş, artık hayallerimi gerçekleştirebilecektim. Bunları bile düşünmek beni bulutların üzerine çıkarmıştı.
Tabii vücudum eskisi gibi değildi. Zor yürüyordum. Bedenimde tanımlamayacağım birkaç yara vardı. Orduyla birlikte gelen sağlık ekibine gösterdim. Onlarda pansuman yapıp üzerini kapadılar.
Eve dönüş zamanı gelmişti. 41 yılında ayrıldığım yurduma dört yıl sonra geri dönüyordum. Bunun verdiği heyecanın yanında Veranka’nın göstereceği tepkiyi de çok merak ediyordum. Bir an önce Moskova’ya varmak, ailemi ve Vera’cığımı kucaklamak istiyordum.
45 Haziran’ında evimdeydim. Beni küçük kasabamızın girişine kadar askeri araç bıraktı. Hırpani olmuş üstüm, beni çok güçsüz gösterse de, dimdiktim. Evimin kapısını heyecanla çaldım. Annem karşıladı beni. Boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. Hemen bana çay ve yiyecek bir şeyler getirdi.
Şaşkınlığımızı üzerimizden attıktan sonra. Anneme, Veranka’yı sordum. Sustu. Uzunca bir zaman gözlerini benden kaçırarak, sustu. Cevap vermek istemiyordu. Suskunluğu aslında bir cevap gibiydi, anlamamı bildiğim bir cevap…Israr ettim, yalvardım… “Öldü mü?” dedim. “Benden saklıyorsun” dedim…Yerinden kalktı ve yanıma oturdu, anlatmaya başladı. Sesi o kadar titriyordu ki, müdahale etmesem, konuşması için diretmesem, ağlayacaktı. Sonunda ağzından kelimler dökülmeye başladı:
“Zverkov. Sana nasıl anlatacağım bilemiyorum. Senden umudumuzu kesmiştik. Tanrı’ya şükürler olsun ki buradasın. Neler yaptın, neler başından geçti sormayacağım. Senin gelmen yeter bana. Sakın sözümü kesme!
Veranka evlendi. Birde oğlu oldu. Zverkov, o çantanda bulduğun mektubu ben yazdım. Daha doğrusu zorla Veranka’ya yazdırdım. Senin küskün bir şekilde ölüme gitmene göz yumamazdım. Veranka senden orduya katılacağını duyduğun gün vazgeçmişti. Bunu sende biliyorsun. Ruhunu, sevgini buralardan kaçırmak için savaşın ortasına attın kendini. Belki mektubu okumasaydın, seni ayakta tutacak hiçbir dayanağın olmayacaktı. Umut seni yaşattı, sahte olsa da yaşattı. Seni karşıma çıkardı…”
Yıkılmıştım. Bu sözleri duyduktan sonra, esirken keşke diri diri yaksalardı diye haykırdım…
“Aşk sizi çağırdığı zaman, onu izleyin,
Yolları zorlu ve dik olsa da.
Kanatları sizi sardığı zaman, ona teslim olun,
Tüyleri arasında gizlenmiş kılıç sizi yaralayacak olsa da” bu sözler hep yaşamımdaydı. Ne olursa olsun aşk’ın sesi bir yerlerden kulağınıza çalınırsa, sonucu ölüm bile olsa gidin. Yılmayın. Ama anladım ki aşk’ın tüyleri arasına gizlenmiş kılıç, beni tâ en başında yaralamış. Kan kaybettiğim hâlde aşk umudunu kesmemiş, beni bugüne kadar taşımış…
Yaralar tüm vücudumu sardı. Ölümüm yakın belki. Birkaç doktora gösterdim, yorum bile yapamadılar. Bende yaralarıma bir isim buldum "aşk yaraları". Bana savaştan ve Veranka’dan kalan naçizane yaralar(!)
IV.
1946 yılı…
Bu yazımı sakın Veranka’ya okutma anne. Sakın! Onu geldiğim günden beri görmedim ve görmek istemiyorum. Ona söyle bana acımasın. Ben hâlâ esirim, dönmedim, öyle kabul edin. Ve senden de o acı sözleri duymadım. Bu yılı çıkarır mıyım bilmiyorum. Savaş dinmedi, içimdeki ateş sönmedi…Yaralarım canımı çok yakıyor… Ama onlar naçizane hediye bana, örtmeyin sakın üstlerini, sakın!
Kuzey rüzgârı tarumar etse de “…” tepesini, orda olmak istiyorum. Tek başıma, aşk yaralarımla, sonsuza dek…Bari bunu çok görmeyin bana…
Not: Bu hikâyeyi izlemiş olduğum II.Dünya Savaşı belgeseli sonun da ortaya çıkmıştır. İsimler gerçek olmasa da, yaşanan olay anlatılan şekilde yaşanmıştır.
Şubat ‘08
Ozan AKGÜL
“Aşk sizi çağırdığı zaman, onu izleyin,
Yolları zorlu ve dik olsa da.
Kanatları sizi sardığı zaman, ona teslim olun,
Tüyleri arasında gizlenmiş kılıç sizi yaralayacak olsa da.”
H.Cibran
I.
1941 yılı…
Haziran ayının sonlarıydı. Alman panzerleri kuzey sınırı geçip Barbarossa Harekatı’nı başlatmışlardı. Çok sert geçen bir sıcak çatışmanın içinde yaklaşık yirmi iki gün kaldım. Yoğun bombardımandan kaçarak Smolensk yakınlarındaki bir tepeliğe sığındım. Çevresel şartlar çok kötüydü. Yanımda su, yemek adına hiçbir şey kalmamıştı. Konuşlandığım yerde uzun bir zaman kalamazdım. Çünkü Alman orduları bizi dışa doğru çekip, Moskova’ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Artık ülkenin vahametini değil, kendimi düşünmeye başlamıştım. Bir an önce bir şeyler bulup, karnımı doyurmalıydım. Üstümü başımı karıştırdım, sırt çantamı yere döktüm ama nafile, beni yaşatacak hiç bir şey bulamadım…
Çantamdan düşen parşömen gözüme takıldı. İnce kırmızı bir kurdele ile sarılmıştı. Hâlsiz bedenim yere eğilip parşömen parçasını alacak güce sahip değildi. Dakikalarca baka kaldım. Ve gücümü toparlayıp kırmızı kurdeleli parşömeni açtım. Bir mektuptu ve çantamda ne işi vardı. Bir taşın kenarına oturup parşömeni yavaş yavaş açtım ve incelemeye çalıştım. Mektup, Veranka’dandı…
“Sevgili Zverkov,
Aslında bunu yazıp yazmama konusunda çok tereddüt ettim. Bilirisin ne yazmak hünerimdir, ne de konuşmak. Gözlerimdir kedimi ifade ettiğim şeklim, bunu çok iyi birlisin. Senle güzel günlerimiz geçti, bunları derinlemesine anlatmama gerek yok. Çocukluğumuzdan beri birbirimize olan yakınlığımız bizi bu günlere kadar getirdi. Başta da belirttim gibi elime kâğıdı-kalemi alıp almamam konusunda kendimle çok çeliştim. Ve sonunda sana bu mektubu yazıp çantana koymaya karar verdim(çantanda koydum diye kızma, sana kendi elimle sunacak cesarettim yoktu)
Zverkov, sana olan aşkım kelimelerle ifade edemeyecek kadar büyüktür.(İnan ki, kelimeleri iyi kullana bilseydim seni etkileyecek süslü cümleler kurardım)
41 Nisan’ında sana evlada diyemedim. Çünkü yapamazdım. Orduya katılıp bir daha geri dönüp dönmeyeceğin belli olmadığı için yapamazdım. Sakın bunu kendi geleceğim, kendi huzurum için yaptığımı düşünme. Sadece seni düşündüm… Öğrenimi bırakıp ve saklanamayıp ne olursa olsun vatanın için orduya katılacağını söyleyince, ben sana engel olmazdım. Senin aklını karıştıramazdım-umarım şimdi karışmamıştır-
Sözümü fazla uzatmayacağım. Sadece seni sevdiğimi bil, bu bana yeter. Ne olursa olsun seni bekleyeceğim. Bunu unutma…
İlk sevdiğin kadın,
Veranka”
II.
1943 yılı…
Ocak ayının sonlarıydı. Almanların eline esir düşeli iki yıldan fazla olmuştu. Aslında yaşadığım için şükretmeliyim, çoğu arkadaşım gözlerimin önümde katledilmişti. Ben ise şanslı olanlar arasındaydım, yaşıyordum, esirde olsam, prangalanıp işkence de çeksem, yaşıyordum. Tabii beni böyle bir durumda ayakta tutan şey, Veranka’ydı. Ona kavuşacağım günün hayalini kurarak esir altında yirmi yıl kalmaya razıydım. Birkaç kere mektup göndermeyi denesem de, başarılı olamadım. Alman askerleri izin vermedi. Ben yazdım onlar yaktı, tekrar denedim, tekrar yazdım, bu sefer parmaklarımı yaktılar…
Hayat şartlarım o kadar zordu ki, üç günde bir dağıtılan ekmeyi idare etmek ve çaldırmamak için elimden geleni yapıyordum.
Bedenim yitik, ruhum sönük, gözlerim puslu…bunların yanında da kalbim doluydu, Veranka oradaydı, benim en temel besin ve yaşama kaynağımdı.
Gönderemediğim mektupların çoğunu sakladım-tabii alevlerden kurtara bildiklerimi- İlk yazmaya çalıştığım mektup, ona ulaşsaydı daha da mutlu olacaktım…
“ Canım,
Senin yazdığın o mektubu görünce, yaşamım değişti. Evet şuanda esirim. Fakat bu çok önemli değil, çünkü senin sevgin ve sabrın beni yaşamda ayakta tutuyor. Senin yanına geleceğim. Yeniden, birlikte olacağız. Hayallerimizi birlikte kâğıda döküp, sonlarda çocuklarımıza okutacağız. Ben iki çocuk istiyorum; biri erkek biri kız…Erkek bana benzesin, kızda sana…Ama yaşayacakları sevgileri de bize.
En yakın zamanda kavuşacağımıza inanıyorum. Seni seviyorum…
İlk sevdiğin adam,
Zverkov
III.
1945 yılı..
Mayıs ayının başıydı. Rus orduları Berlin’e girmiş ve Hitler’i devirmişti. Artık özgürlük zamanıydı. Esir tutulduğumuz yerden kendi yurttaşlarımca kurtulmanın heyecanını yaşadım. Evime dönecektim. Esaretim sonra ermiş, artık hayallerimi gerçekleştirebilecektim. Bunları bile düşünmek beni bulutların üzerine çıkarmıştı.
Tabii vücudum eskisi gibi değildi. Zor yürüyordum. Bedenimde tanımlamayacağım birkaç yara vardı. Orduyla birlikte gelen sağlık ekibine gösterdim. Onlarda pansuman yapıp üzerini kapadılar.
Eve dönüş zamanı gelmişti. 41 yılında ayrıldığım yurduma dört yıl sonra geri dönüyordum. Bunun verdiği heyecanın yanında Veranka’nın göstereceği tepkiyi de çok merak ediyordum. Bir an önce Moskova’ya varmak, ailemi ve Vera’cığımı kucaklamak istiyordum.
45 Haziran’ında evimdeydim. Beni küçük kasabamızın girişine kadar askeri araç bıraktı. Hırpani olmuş üstüm, beni çok güçsüz gösterse de, dimdiktim. Evimin kapısını heyecanla çaldım. Annem karşıladı beni. Boynuma sarıldı ve ağlamaya başladı. Hemen bana çay ve yiyecek bir şeyler getirdi.
Şaşkınlığımızı üzerimizden attıktan sonra. Anneme, Veranka’yı sordum. Sustu. Uzunca bir zaman gözlerini benden kaçırarak, sustu. Cevap vermek istemiyordu. Suskunluğu aslında bir cevap gibiydi, anlamamı bildiğim bir cevap…Israr ettim, yalvardım… “Öldü mü?” dedim. “Benden saklıyorsun” dedim…Yerinden kalktı ve yanıma oturdu, anlatmaya başladı. Sesi o kadar titriyordu ki, müdahale etmesem, konuşması için diretmesem, ağlayacaktı. Sonunda ağzından kelimler dökülmeye başladı:
“Zverkov. Sana nasıl anlatacağım bilemiyorum. Senden umudumuzu kesmiştik. Tanrı’ya şükürler olsun ki buradasın. Neler yaptın, neler başından geçti sormayacağım. Senin gelmen yeter bana. Sakın sözümü kesme!
Veranka evlendi. Birde oğlu oldu. Zverkov, o çantanda bulduğun mektubu ben yazdım. Daha doğrusu zorla Veranka’ya yazdırdım. Senin küskün bir şekilde ölüme gitmene göz yumamazdım. Veranka senden orduya katılacağını duyduğun gün vazgeçmişti. Bunu sende biliyorsun. Ruhunu, sevgini buralardan kaçırmak için savaşın ortasına attın kendini. Belki mektubu okumasaydın, seni ayakta tutacak hiçbir dayanağın olmayacaktı. Umut seni yaşattı, sahte olsa da yaşattı. Seni karşıma çıkardı…”
Yıkılmıştım. Bu sözleri duyduktan sonra, esirken keşke diri diri yaksalardı diye haykırdım…
“Aşk sizi çağırdığı zaman, onu izleyin,
Yolları zorlu ve dik olsa da.
Kanatları sizi sardığı zaman, ona teslim olun,
Tüyleri arasında gizlenmiş kılıç sizi yaralayacak olsa da” bu sözler hep yaşamımdaydı. Ne olursa olsun aşk’ın sesi bir yerlerden kulağınıza çalınırsa, sonucu ölüm bile olsa gidin. Yılmayın. Ama anladım ki aşk’ın tüyleri arasına gizlenmiş kılıç, beni tâ en başında yaralamış. Kan kaybettiğim hâlde aşk umudunu kesmemiş, beni bugüne kadar taşımış…
Yaralar tüm vücudumu sardı. Ölümüm yakın belki. Birkaç doktora gösterdim, yorum bile yapamadılar. Bende yaralarıma bir isim buldum "aşk yaraları". Bana savaştan ve Veranka’dan kalan naçizane yaralar(!)
IV.
1946 yılı…
Bu yazımı sakın Veranka’ya okutma anne. Sakın! Onu geldiğim günden beri görmedim ve görmek istemiyorum. Ona söyle bana acımasın. Ben hâlâ esirim, dönmedim, öyle kabul edin. Ve senden de o acı sözleri duymadım. Bu yılı çıkarır mıyım bilmiyorum. Savaş dinmedi, içimdeki ateş sönmedi…Yaralarım canımı çok yakıyor… Ama onlar naçizane hediye bana, örtmeyin sakın üstlerini, sakın!
Kuzey rüzgârı tarumar etse de “…” tepesini, orda olmak istiyorum. Tek başıma, aşk yaralarımla, sonsuza dek…Bari bunu çok görmeyin bana…
Not: Bu hikâyeyi izlemiş olduğum II.Dünya Savaşı belgeseli sonun da ortaya çıkmıştır. İsimler gerçek olmasa da, yaşanan olay anlatılan şekilde yaşanmıştır.
Şubat ‘08
Ozan AKGÜL
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Kocaman Sevda
evet sevgilim,gözlerine sonkez baktım,sana eve gideceğimi söyleyerek ayrıldım yanından...ama eve gitmedim.içimin acısıyla yürüdüm,sokaklar boştu,sahile çıktım. bir adam beni takip ediyordu ama ben aldırmadım bile.okadar acımıştı ki içim o adamı düşünemiyordum.içimin acısıyla yürüdüm,otobüsü kaçırma korkusu olmadan. saat 8 di.bilir misin eskiden saat eve 8`den sonra otobüs kalkmazdı , küçük yerde büyümüştüm. şimdi ise koskocaman bir şehirdeyim..
bu şehirde her şey büyük..her şey geç vakitlere kadar yaşanır.oysa bizim orada saat yedide aşıkların öpüşmesi kesilir herkez otobüse yetişmeye çalışırdı... onikide ise sadece sokak kadınları sevişirdi.onikiye kadar gençler hüzünlenemezdi en geç 9 da evde olur unuturdu herşeyi.. onikide ise sadece sokak kıyısında yada boş bir pazarda şarap içen evsizler ağlardı... külkedisi bizim orada olsaydı sanırım oda 8 de eve dönmek zorunda kalırdı balkabağından bir arabası belki hiç olmazdı... sahilde yoktu sahil kasabası dahi olamamıştı bizim oralar... yıllar yıllar önce deniz kıyılarından çekilmiş terk etmişti bizim memleketi...
ondan belki de biraz buruk ve kısaydı herşey...deniz dalgalarını tokat gibi yapıştıramazdı ruhumuza..bizi dahada hüzünlendirecek,aynı şuanki gibi beni içine çekecek bu deli bu hüzünlü sahil yoktu işte...denizin ruhumuza attığı tokat kadar ne körükleyebilir ki sevdamızı...olmayınca da deniz daha bir çocuk daha az yaşanır sevdalar... zaten aşkımızı yaşayacak vaktimizde yoktu pek.. aşkımız,eğlencemiz,hüznümüz kısacıktı... herşey küçüktü işte içinde doğduğum küçük şehrim gibi.aşklarda küçüçük,minnacık.. aşklar küçük olunca acısıda öle büyük büyük çıkmazdı...
ben sana olduğum kadar kocaman,büsbüyük hiç aşık olmadım sevgilim ve hiç bir aşk içimi bu kadar yakmadı benim..
bizim oralar,bizim oralar
öyle küçüktü ki yutamazdı beni.şimdi bakıyorum bu koskoca şehir yutmuş beni. aşklarım olduğu kadar acılarım,hüzünlerim,ağlayışlarım da büyük bu şehirde..
ve evime 12 ye kadar otobüs var.. taksi bile ucuz bu şehirde... yani sabaha kadar ağlayabilirim sahilde...
2007 izmir anısına...
evet sevgilim,gözlerine sonkez baktım,sana eve gideceğimi söyleyerek ayrıldım yanından...ama eve gitmedim.içimin acısıyla yürüdüm,sokaklar boştu,sahile çıktım. bir adam beni takip ediyordu ama ben aldırmadım bile.okadar acımıştı ki içim o adamı düşünemiyordum.içimin acısıyla yürüdüm,otobüsü kaçırma korkusu olmadan. saat 8 di.bilir misin eskiden saat eve 8`den sonra otobüs kalkmazdı , küçük yerde büyümüştüm. şimdi ise koskocaman bir şehirdeyim..
bu şehirde her şey büyük..her şey geç vakitlere kadar yaşanır.oysa bizim orada saat yedide aşıkların öpüşmesi kesilir herkez otobüse yetişmeye çalışırdı... onikide ise sadece sokak kadınları sevişirdi.onikiye kadar gençler hüzünlenemezdi en geç 9 da evde olur unuturdu herşeyi.. onikide ise sadece sokak kıyısında yada boş bir pazarda şarap içen evsizler ağlardı... külkedisi bizim orada olsaydı sanırım oda 8 de eve dönmek zorunda kalırdı balkabağından bir arabası belki hiç olmazdı... sahilde yoktu sahil kasabası dahi olamamıştı bizim oralar... yıllar yıllar önce deniz kıyılarından çekilmiş terk etmişti bizim memleketi...
ondan belki de biraz buruk ve kısaydı herşey...deniz dalgalarını tokat gibi yapıştıramazdı ruhumuza..bizi dahada hüzünlendirecek,aynı şuanki gibi beni içine çekecek bu deli bu hüzünlü sahil yoktu işte...denizin ruhumuza attığı tokat kadar ne körükleyebilir ki sevdamızı...olmayınca da deniz daha bir çocuk daha az yaşanır sevdalar... zaten aşkımızı yaşayacak vaktimizde yoktu pek.. aşkımız,eğlencemiz,hüznümüz kısacıktı... herşey küçüktü işte içinde doğduğum küçük şehrim gibi.aşklarda küçüçük,minnacık.. aşklar küçük olunca acısıda öle büyük büyük çıkmazdı...
ben sana olduğum kadar kocaman,büsbüyük hiç aşık olmadım sevgilim ve hiç bir aşk içimi bu kadar yakmadı benim..
bizim oralar,bizim oralar
öyle küçüktü ki yutamazdı beni.şimdi bakıyorum bu koskoca şehir yutmuş beni. aşklarım olduğu kadar acılarım,hüzünlerim,ağlayışlarım da büyük bu şehirde..
ve evime 12 ye kadar otobüs var.. taksi bile ucuz bu şehirde... yani sabaha kadar ağlayabilirim sahilde...
2007 izmir anısına...
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
Geri: HIHAYELER (sizde paylasin )
Rica Ederim..
*Dj~~Siir~~Perisi*- Yetkili
- Mesaj Sayısı : 95
Kayıt tarihi : 10/01/09
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
2 sayfadaki 2 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz